29 Kasım 2008 Cumartesi

hanım, karizmamı geri ver! (2)

(3temmuz sözü almıştır, devam eder.)

-teşekkürler arkadaşlar.
Şimdii benim önerim açık ve net. ‘Hanım’a ziyaret.
Ellerimize hediyelerimizi alıp, bi kahve içmeye geldik diye çalalım kapısını. Oyacım sen adresi almıştın değil mi.
-evet evet. Bi kez görüşmüştük ya biz, ben o yakınlıkla adresi almıştım zaten.
-güzeeeel. O zaman hediye önerilerimizi ve beyaz yalanlarımızı hazırlayalım. E öyle çat kapı gidilmez. Bi de yalan uydurmak lazım.
Şimdi herkese soruyorum arkadaşlar. Nasıl yapalım?
Ececim senin önerin?
-ben el işi bir şeyler yapalım hediye götürelim dedim. Örnekleri de yanımda getirdim.
Jidocum:
-Aslında soğudum ben bu blog işinden ama, alper’in bıradırı tavlamak için yenge’nin yardımı fena olmaz dedim de geldim. Alıcam o bıradırı, başka yolu yok.
Dolfinim:
-zaten bi keyifsizim, canım bişey yapmak istemiyor, e kağan’ı da mıncıkla mıncıkla nereye kadar. Ben alper’in hanıma ingilizce mi öğretsem? Hem ek iş? O olmaz derseniz Murtaza’yı devreye sokarız?
Simurg:
-dava açalım! Kadına açalım, olmadı alper’e açalım! Kanuni yolları karıştırma diyorsanız fotoğraf sanatını devreye sokarım.
Oya:
-bu benim boyumla posumla da dalga geçmişti zaten, bence dava açalım evet.

Arkadaşlar, bir şeyi kaçırıyorsunuz!!! Biz kadınla iyi ilişkiler kurup aile hayatları haklarında bilgi toplayacağız yahu!
Fundacım sen söyle:
-o zaman ben alper’in bi yağlıboya tablosunu yapayım. Şu biloktaki resmini çalışırım. Sonra bu sizden mi düştü diye kadının kapısını çalarız?
Saklanbacım senin önerin ne?
-kedi seviyor mu ki kadın? Bak hiç bişey bilmiyoruz hakkında yahu! Sabırlı bi tip ondan eminim ama. Zira hala Alper’le evli, değil mi? bir de yeşil göz sevdiğine göre çerçey’i de kullanabiliriz tavlamak için kanaatindeyim.
Ataletim sen sustun? Ne diyeceksin?
-takvim.. satalım..kapıya gidip..güççlü kadınlar derneği..buğulu şarap gecesi..düzenliyoruz.. deriz..iletişim..sağlarız..
-aa.. doğru
-evet
-mümkün
-olası

O halde arkadaşlar konuyu uzatmayalım. Önerim şu. Ataletin dediği gibi bir güçlü kadınlar derneği adı altında, buğulu şarap kermesi düzenliyor olalım. Hem bu malzemeleri kullanırız, hem bahane olur, tanışma sağlarız.
-turuncum, iyi hoş da, nasıl yapıcaz? Kermes falan yok. Hadi bizim birlikteliğimizi kermes-dernek falan diye izah ettik, ama kadını neden bulduğumuzu açıklayacak bir bahane gerek. Ona yakınlaşmamız lazım üstelik bilgi almak için. Ben anlamadım. Nasıl ikna edicez ki anlatsın bişeyler.
-kim ikna eder.
-ben de onu diyorum kim ikna edecek?
-evet kim ikna edecek
-kim?
-kim işte
-arkadaşlar arkadaşlar......! sessizlik bi saniye. Who nerde?
-dolphin’e sorun. Az önce o kovalıyordu.
-dolfinim kim nerde?
-soru çift bilinmeyenli saklanbacım. Yani şöyle ki, hem kim, hem nerde aynı cümle içinde olunca olmuyor. Zaten yarısı ingilizce yarısı türkçe. Veriz hu diyebiliriz ya da kim nerde diyebiliriz ki çift bilinmeyenden dolayı cevap vermek... aa çift bilinmeyen diyince xx oluyor! Demek ki hu bir kadın!!!
-dolfinim..konuyu dağıtma..uzatma..kadını..ne yaptın..diyoruz..who..nerde..
-gönderdim.
-nereye?
-ne bileyim nereye, yolladım gitti. Alpere yazılıp duruyor, zaten yeni geldi, selamsız sabahsız girdi araya. Yolladım. Gitsin kuzusuna baksın o. Ne işi var burda he?
-e be dolfinim, oldu mu şimdi?
-kusura bakma saklanbacım, sana da sormadım ama seni bulamayınca fundaya sordum ben. O da ev sahibi sayılır deyü. O da yolla gitsin dedi.
-ama ama... dolfinim. Annemin hastalıkları konuşuyorduk mutfakta. Sen de bana gelip “yollasam mı hekimi” diyince ben de ona istinaden yolla demiştim. Bildiğin iyi bir hekim var diye?
-fundacım sordum sana ama. “yollasam mı he? Kim’i?” dedim, yolla dedin.
-aa.!...xx’ler..kızlar..dağıldık..üçüm..temmuzum..nasıl bir yöneticilik..bu..toparla..grubu..
-haha.. benden de yönetici bu kadar olur işte. Dağıldım. Biraz sokağa mı çıksak, bi yere mi gitsek?
-turuncum tamam. Ev sahibi olarak insiyatif alıyorum o halde müsadenizle.
Dolfinim git who’yu getir, onun alper’e olan zaafını kullanıcaz
kızlar.. hediyelik parçaları hazır edin, kermes havası yaratıcaz..
Fundacım alperin yağlı boyaya başla, o önemli. Ama altına funda diye imza atma.
Simurg, kaybolma.
Ataletim sana zahmet şu kadının geçmişini bi gugl’dan araştırsan sen de. Bakalım neler öğrenicez.
Hahay.. alper bey, alper bey.... kork bizden. Yeni başlıyoruz!!!!

(devam edecek)

8)

28 Kasım 2008 Cuma

hanım,karizmamı geri ver!

BÖLÜM 1:

-Öhöm öhöm. Arkadaşlar hoşgeldiniz! 8)
-şak şak şak.... hoş bulduk saklanbacımız!
-ay valla ne desem boş. Ortaya bu fikri atarken böyle hemencecik gerçekleşeceğini de pek sanmıyordum. Ne yalan söyliyim siz toplaşıp geliyoruz diyince.... elim ayağım dolaştı.
-sakin.. saklanbacım sakin.. Yabancı yok.. aramızda..
-e hi. Biliyorum ataletim. Yok zaten yabancılıktan değil. Hani hiç görüşemedik ya yüz yüze. İlk görüşmeden önce azıcık forma gireyim, şekil yapayım kendime dedim. Ne zamandır niyetim de var zaten. Fırsat bu fırsat ‘2 günde hızlandırılmış süper yoga’ kursuna gittim. Ondan oldu. Bi acayip hareketler, bi bişeyler... elim ayağım, kolum bacağım birbirine dolaştı. Sırt ağrım coştu, belim koptu. Bişey de hazırlayamadım size. fundam yaptı her şeyi.
-vişne kavurma.. görünce.. anladım ben.. zaten..
-ivit. Fundamın özel tarifi. Ama makarnayı ve şu diyet künefeyi de şiddetle tavsiye ederim ha!
-şu çerkes tavuğunu da benim için mi yaptın fundam!
-hiişşttt cidooo.. olmuyo ama.
-ne oldu saklanbacım?
-funda de, geckalmayan de, çıtırın annesi de, ressamanım de, ama fundam olmaz, lütfen! Kıskanırım. Benim fundam o.
-allaaallaaa.. sen dolfiniM, ataletiM falan diyip duruyorsun ama. Onlar da benim o zaman.
-o başka o başka.
-ne başka! o zaman çerçey benim. Fundayı vereyim çerçeyi alayım. Nerde o çerçey.. nerde nerde!!!!!
-aaaa.. kızlar! Dağıtmayın konuyu. Bebeği bıraktım geldim. Zaten dikişler örgüler, iğneler iplikler ortada kaldı. Yılbaşına yetişecek dünya kadar işim vardı benim.
-ececim, pardon, haklısın. bi balkona çıkıp hava almak ister misin?
-yok iyiyim ben. Konuya geçelim.
-evet oturum’u açalım artık diyecektim ben de zaten.
-açalım da simurgum, bi otursan sen de yaa. Oranın buranın resmini çekecem diye...cık cık cık.. sırtım ağrıyo diyorum, temizlik de yapamadım diyorum, kanepenin köşesindeki kırıntıdan, yerdeki kedi tüyünü falan zumluyorsun. Olmuyor ki ama!
-kedi sevmem ben.
-e ama çerç.....

-Kızlaaar! Ne dedim demin.
-ecem haklı kızlar, ciddiyet! Burdacığım, izninizle yönetimi ele alıyorum ben.
-aa.. neden sen.. üçüm.. temmuzum?
-e bak oturduğun koltuğa ne renk?
-turuncu!
-hah, ondan işte. Hem de ana gündem arkadaşlık, komşuluk ilişkisi kurmak sayılır bir nevi. Ustasıyım.
-eh ben de.. şu köşede.. şarabımı yudumlayayım..o zaman.. İyi oldu bu.. Zaten takvim.. organizasyonu.. yormuştu..beni..

-öhöm.. eee.. o zaman tekrar hoşgeldiniz diyerek baştan alıyorum arkideşler. Dediğim gibi evin kusuruna bakmayın. Dolfinim sen de bırak çerçeyi anacım. Kağan bebek mi sandın onu. Mıncıklama.
-ama pek tatlı bu. Buna da ayrı bi blog mu açsak? kağan bebek için açtığım gibi. Adını da “çerçey kedi şişerkene” koyarız.
-sıkma kızımın göbişini ablası.. aaaa!!!!! Konuya geçelim artık. Zaten oda küçük, sıkış tepiş kaldık. Hayır bi ankaralı ben değilim, oya’da da toplanabiliriz dedim iyi kalpli bir kız olduğu için ama..gel gör ki onun evde dünlük partisi varmış. Di mi oyası?
-kem küm.. saklanbacım. Evimin direği ile dünlük biraz asabiler bu ara. Açıkcası pek müsait değildik.
-neyse canım. Olur.....efem. şimdi ev sahibi olarak yiyecek-içecek takdimine geçmeden önce, sözü Fundama bırakıyorum. Sizlere burada toplanma amacımızı tekrar hatırlattıktan sonra, turuncumun önderliğinde faaliyete geçeriz. Fundacım:

-sevgili dostlarım. Bildiğiniz gibi çok şık bir kadın topluluğuyuz biz. Her yaştan ama esasında yaşsız, ortak zevkleri olan.... a zevk diyince, şu duvarda asılı duran suluboya tabloyu ben yaptım. Haydi eleştirilerinizi bekliyorum.
-süper
-şahane
-gözlerdeki..ışıltıya..bayıldım..geckalmayanım..
-hi hi. Mersi. O ışıltıymış gibi görünen kısım aslında çıtır kızımın tırnak çiziği. Cadı kızım kızdı ben tabloyla ilgilenince, asabı bozuldu bi pati salladı, göze ışıltı verdi. Ee.. neyse..
diyordum ki, toplanma sebebimiz bildiğiniz gibi, sevgili Alper’in hanımını keşfetmek. Şimdiye kadar aramızda bekar bir erkek gibi dolaşan, türlü çeşit hikayeleriyle bizleri güldüren, zaman olup hüzünlendiren Alper, aslında evli barklı bir adam! İşte bu adam yeri geldi ataletin kocasını, yeri geldi saklanbacımın sel’ini, zaman oldu dolfinin murtazasını, oyanın direğini falan derken herkesin özelini döktü ortaya. Bir de hodri meydan dedi. Hanımın kendisi başlı başına bir hikaye dedi. deneyin! diye de meydan okudu. Okumadı mı?
-okuduuuu!
-hah işte bu sebeple toplandık dostlarım. Amacımız arkadan dolaşıp ‘hanım’ı tanımak, çaktırmadan, gerçek alper hakkında veri toplamak. Eveeettt... şimdi komşuluk ilişkileri konusunda söz sahibi olacak tecrübedeki 3temmuzcuğuma bırakıyorum sözü:


(devam edecek)

önsöz

bu aşağıdakiler bizzat alper'in cümleleri:

burdasaklanıyorum. haha hanım hakkında bir hikaye =)Valla onun kendisi başlı başına bir hikaye zaten. yaz yaz bitmez hodri meydan. deneyin :)

meydan okuma!
eh tabi yaz yaz bitmez şeklinde bir seri oluşturmaya yetecek kabiliyetimiz yok kendisi gibi.
yanından geçemeyiz!
olsun.
bu teklif beni güldürdü madem.
denerim ben de dedim.
topu topu 5 bölüm.
salladım gitti.


maksat lafın altında kalmamak.
e hi =)

ne giysem?

karar veremediğimden sordum Sel'e.
-seel. siyah eteğin altına çizme mi giysem, postal bot mu?
-hangi siyah etek?
-kısa.
-ne kadar kısa?
-e baya kısa işte. sence çizme mi giyeyim altına, bot mu?
-bence kot giy! 8)

not: çizme giydim.
mini etek altına kot giymeyeceğime ikna olan sel, bu kez oyunu çizmeden yana kullandı.
daha az bacak görünüyormuş. 8)

26 Kasım 2008 Çarşamba

günün kültür sanat kuşağı

yok ben ıssız adam'ı izlemedim.
osmanlı cumhuriyetini de izlemedim.
destereyle falan işim olmaz zaten.
arog ise henüz teşrif etmedi.
biz dün nihayet devrim arabaları'nı izledik.

saat 21:00
sinemada bi ben bi sel.
makinist amca "aciba arayı kısa tutsak olur mu" dedi.
-ay tebi tebi.. hatta ne arası, ara mara vermeyin dedim.
sel "abi yapıştır gitsin, ara verme" dedi.
tilifonları kapamadık.
kendi seslerimizi bile kısmadık.
salonun en ortasına,
oturduk izledik.

çok beğendim.
çok da sinirlendim.
neden ama? sorusunu sormaktan vazgeçemedim.
anlamadım.
anlamak da istemedim.

izlemediyseniz izleyin.
izlediyseniz anlarsınız zaten.

25 Kasım 2008 Salı

çantamda ne varmış?

dolfin'ciğimin talebini bir gün gecikmeli de olsa yerine getiriyorum efem. buyurunuz dün çantamın içi:



1 adet kitap
1 adet ajanda. üzerinde niye "unutma diye" yazıyor derseniz şundan. çünkü içine yazdığım şeyleri unutmamak için yazıyorum. ondan yani.
1 adet çikolata mikolata tipi bişey. küçük snikers.
selpak mendil.
kolonyalı mendil.
hijyen mendili.
hemen yukarısında bir adet cep tilifonu
akabinde araba ve ev anahtarları
yan cenahta çanta aynası
hemen yanında bir ruj (kırmızıydı dünkü) ve yanında dudak parlatıcısı
onların altındaki kırmızı şey cüzdan.
onun altında siyah güneş gözlüğü
sağ tarafında şirket kimlik kartı
alt tarafında şirket yemek kartı
üst kenarda ise bir adet kalem
hemen yanında flask disk bellek
hmm.. dur bakayım başka bişey var mı......
yok herhalde ha!


eh. dün bu ka şey varmış işte çantamda.
ha bir de çantanın boşaltmaya üşendiğim arka gözü var ki,
orada da not kağıtları, araba ruhsatı, efendime söyliyim, orkid morkid, kimi zaman ufak anı kağıtları, kimlik, eski fişler-faturalar bazen, bazı kartvizitler falan gibi bir yığın yaşıyor. ellemedim onları dolfinim. yaşam alanlarını bozmak istemedim. 8)

not: aaa.. bi de iki kişiyi elleyip ebe-sobe-sıra sende falan demem lazım dimi.
temem.
o zaman fundamı veeee turuncumu elliyorum.
pek sevgili ve sayın geckalmadimki ve üçtemmuz hanımefendiler.
dökün çantaları 8)

24 Kasım 2008 Pazartesi

şimdilik...

dolfincim "çantanda ne var"cılık oynamaya seçmiş beni.
hah hay...
ama müsade istemek durumundayım bugün için.
zira cep tilifonum ile çektiğim resimleri bilgisayara aktarma kabiliyetim yok şu an.
e fotmak lakabındaki fotoğraf makinesi de yanımda değil maalesef.
haliyle yarını bekletmek zorundayım.
bugün için ise sizlere ortaya karışık güzel kelimeler hazırladım.
dersimiz yörük dili kelimeleri 8)

çok şirinler.
pek çoğu tanıdık zaten, ama bilmediklerim de vardı.
şu an okuduğum kitapta yörüklerin hayatına dair bişeyler de öğreniyorum ve yaşamlarına tanıklık ediyorum biraz.
konu oradan çıktı yani.
kitapta geçen bazı kelimelerden.
ama kelimelerin pek çoğu mersin civarı kullanımıymış.
onu da öğrendim.
paylaşayım dedim.
"kelime" sever bir grubuz ne de olsa 8)
buyrun:

acar-->yeni (acar ayakkabılarımı giydim bugün)
abbacık-->temiz (abbacık çarşaflarda yatırdım misafirleri)
çöğdürmek-->çiş yapmak (tuvalet bulamazsan şuracığa çöğdürüver)
dingildemek-->sallanmak, oyalanmak (acelemiz var diyorum, dingildeyip duruyor)
dinelmek-->ayakta durmak (ne dinelip duruyon başımda, git otur!)
horanta-->aile fertleri, kadınlar ve çocuklar (eee...horanta ne alemde?)
keleş-->yakışıklı sevimli (aman da benim keleş oğlum....)
sarkıtmak--> uzatmak, göndermek (oradakilere bi selam sarkıttı)
seyirtmek-->koşmak (bak geç kalacaksın, seyirtiver)
söbüce-->dik, uzun, ince, zayıf (yanında da söbüce bi adam...)
zorsunmak--> gücüne gitmek, isteksizlik (yemek yapmaya zorsundum bugün)
zıylan-->kaygan(yerler pek zıylan, dikkatli yürü)

cümlemize hayırlı olsun 8))

20 Kasım 2008 Perşembe

şifreli...

öğrenmeyi en çok istediğim dildi, çocukken.

annem ve Hülya ablam mutfakta bulaşık yıkarken, son derece seri bir şekilde konuşurladı.
halamlarda akşam yemeği yemiş olurduk.
sofra toplanıyor veya toplanmış olurdu.
bulaşık makinesi falan yok o zamanlar.
ocakta ısıtılan sıcak suyla yıkanacak tüm tabaklar bardaklar.
annem ve Hülya ablam beraber yıkarlardı bulaşıkları.
biri yıkarken biri durulardı.
ve çok gizemli bulduğum bir dille konuşurlardı.

hülya ablam.
halamın kızı.
hem ablam, hem -aradaki yaş farkına rağmen -arkadaşım.
hem güzel.
hem çok eğlenceli. (espri kelimesini onunla tanıdım ben mesela. benim için kelimenin tek karşılığı hülya ablamdı)
hem tiyatro okuyor DilveTarihCoğrafya Fakültesinde
hem sırlarını benimle paylaşıyor, gerçek sırlarını.
hem çok seviyorum onu.
hem hayranım.

işte o hülya ablam ve annem, henüz ben sır paylaşacak yaşa gelmeden önce, gizli bir dille konuşurlardı.
mutfak kapısı yarım kapalı olurdu.
ocakta demlenmeye bırakılmış çay, çay buharından buharlanmış mutfak camları, tezgahta kirli bulaşılar, şimdi güçlükle hatırlayınca bile beni duygulandıran o lezzetli ses tonları...
annem ve Hülya ablam gizli şeyler konuşurlardı mutfakta bulaşık yıkarken.
konuştukları dili öğrenebilmek ve konuşabilmek sihirli bişeydi benim için.

sonra öğrendim.
hiç bir zaman onlar kadar hızlı konuşamadım ama öğrendim.

o sebeple,
şifrelenmesi nasıl olursa olsun, tüm gizli diller o dili anımsatır bana.
biraz da hüzünlendirir aslında.

hülya ablam 1993 yılında, yaklaşık 6-8 aydır kanser hastalığıyla boğuşuyor ve yine de gülümsemeye gayret ediyorken, bir trafik kazasında öldü aniden.
oğlu 5 yaşındaydı, şimdi fırlama bir delikanlı oldu annesinin gözlerini ve espri zekasını taşıyan.
hülya ablam ise hiç yaşlanmadı.
öldüğünde olduğu gibi hep 33 yaşında kaldı.
sanıyorum annem de bir daha hiç kimseyle öyle konuşmadı.

yabancı dil bilmek bir artı puan oldu ya yaşamımızda....
hiçbir dil, seri bir şekilde konuşmayı ve anlamayı beceremediğim o dil kadar ulaşılmaz gelmedi bana.

?

libis mılakabis adarubte enos royızayte

diye yazdım mutfakta asılı duran beyaz tahtaya.

8)

19 Kasım 2008 Çarşamba

büyük keşif

kış demek masraf demek yahu.
evde:
"halı ince, değiştirip daha kalın bir halı kaplayalım" diye halı aldık. kapladık.
arabada:
"lastikleri kış tipi yapma zamanı geldi, kar da gelmeden değiştirmek gerek" diye düşündük. sel geldi, arabayı aldı, gidip yeni pabuçlarını giydirdi, getirdi.
kendimizde:
"bot lazım, bi de uzun hırka fena olmaz" durumu vardı. gidip onları aldık.
mağaza dolaşırken çok havalı bir şapka gördüm. siyah, geniş kenarlı falan bişey. "e hi pek havalıymış" diye taktım kafama.
"tamam alıyoruz" dedi sel.
ben mırın kırın ettim
o direndi
aldı sonunda şapkayı da.
söylendim:
sen bugün çok masraf yaptın bana.
lastikler,botlar, hırkaydı, şapkaydı derken....
yok canım, ben kendim için yaptım sayılır onları dedi.
lastikler senin güvenliğin için.
senin güvenliğin benim için önemli.
diğerlerine gelince:
ben çocukken fark ettim bunu biliyor musun?
neyi?
bir erkeği çekici kılan şey yanındaki kadındır işte, onu.
sen yanımda ne kadar güzel, ne kadar hoş olursan, etraftaki kadınların bile bana bakışı değişiyor.
benim süsüm sensin.

buyur!
ne bu şimdi, iltifat mı?
zeka mı?
bunu keşfetmiş olmasına mı takılayım-ki daha önce de bahsetmişti bundan, aslında yeni bir keşif değil yani-
yoksa adamın çocukken bile buna kafa yormuş olmasına mı şaşırayım.
üstelik paranoyak bir tip olsam,
bana hediye almak istemesinin altında beni mutlu etmek mi var,
dolaylı yoldan etraftaki kadınların ilgisini çekmek arzusu mu var diye kafayı takar arıza çıkartırım 8)))
neyse,
aldıkları gerçekten ihtiyaç olduğu için ses etmedim fazla ama.
bir gün zengin olup da beni mücevherlere boğmak isterse (!), altında bir çapanoğlu arayacağım garanti.

18 Kasım 2008 Salı

içimizdeki çocuklar ve gerçek benler

İki bina arasındaki üç tarafı çevrili, bir tarafı ve tepesi açık bir bahçedeyim şu an.
Bir tahta masada çadır bezinden yapılma bir kamelya altında, çadır bezinin su geçirmeme özelliğine güvenerek oturuyorum ve yağmur sesinden başka pek bir ses duymadan yazıyorum.
Pozisyonumdan ve maaşımdan pek memnun olmadan burada çalışmaya devam ediyor olmamın sebeplerinden biri bu ortama ulaşılabilirlik.
Şirketten çıktım, 5 dakika yürüdüm, yolda saksağanlara gülümsedim ve buradayım.
Aslında kitap okumaya geldim.
Ama yolda, içimizdeki çocuk dediğimiz şeyin aslında bizzat ve gerçek “ben” olduğunu;
Bu duygu ve davranışlara içimizdeki çocuk diyen dışımızdaki biz’in ise öğrenilmiş, mecburi sahiplenilen kişilik olduğunu düşündüm.
Çünkü:
Toplantı odası dağılıyordu ben çıkarken.
Son kalan iki kişiye takıldı gözüm.
2 çalışan
2 erkek
2 çocuk
Tek kanadı açık kapıdan geçmek üzere aynı anda hamle yapan 2 adam yine aynı anda çekilip birbirlerine yol verdiler.
1 kapı-2 adam.
Önce sosyal öğretiler ağır bastı. “buyur sen geç”cilik yaptılar.
Sonra yine nezaket ağır bastı. “yok estağfurullah, sen geç” oldu.
Sonra..
Sonra çocuklar çıktı ortaya.
Her iki adam da birer adım geri attı diğerine yol vermek için.
Aynı anda geri giden iki adam yine aynı hizada itiştiler.
Biraz cüssece iri olanı, diğerini fiziksel üstünlüğünü kullanarak öne itmeye çalıştıysa da, kısa boylu ufak tefek olanı fiziksel dezavantajını, inatçı karakteri sayesinde bertaraf edip ayak diremeyi ve kapıdan bir adım daha uzaklaşmayı becerdi.
Kapıdan çıkmadıkları gibi, gitgide uzaklaşan iki adam, benim görüş mesafemden çıkarak, toplantı odasının derinine doğru kaçışırken, (biri diğerini öte itip zoraki çıkartmasın diye gerçekten gülüşerek geriye kaçıştılar) ciddi bir toplantıda sorumluluk sahibi yüz ifadeleriyle oturan, kararlar üreten “dışındaki ben”lerin, “içindeki çocuk”lara teslim oluşunu izledim. gülümsedim.

Kartımı okuttum çıktım.
Yağmur çiseliyordu.
Yürüdüm.
Gelip buraya oturdum.
Yağmur hızlanmış durumda.
Ellerim soğudu.
Tam karşımda 10 adım falan ilerimde yaprakları tam da fosforlu kalem sarısıyla boyanmış gibi duran bir ince ağaç var.
Yan tarafımda ise yine aynı fosforlu kalem serisinin pembe ve turuncuları kullanılarak ve araya mürdüm, sarı, yeşil gibi renkler katılarak boyanmış küçük çalılar sıralanıyor.
Etkileyici.
Yağmur azaldı sanırım, ses yavaşladı.
Yürüyecek 5 dakikalık yolum var.
Buradan kalksam iyi olacak.
İçimdeki ben üşüyüp, ıslanıp, hatta işi de asıp burada kalmak, kitap okumak, yağmur sesi dinlemek istese de, sorumluluk sahibi ben’in öğle molası bitiminde şirkette olması gerekiyor.

17 Kasım 2008 Pazartesi

ana britannica

tarih mi oldu bunlar?

bizim vardı 24 cilt.
vaktiyle teker teker almıştık.
gazetelerin ansiklopedi savaşlarından önceydi.
(o kadar tarih yani)
abone mi ne olunuyordu galiba.
sonra ayda bir mi, iki ayda bir mi ne, posta ile geliyordu.
çocuktum.
sevinirdim.
salonda duran kitaplığın alt rafında dizli dururlardı.
dönem ödevleri, ders araştırmaları falan gibi durumların ilk müracaat noktasıydı.
e gugıl yok yabi o zamanlar.
ne gugıl, ne internet var hayatımızda.
ansiklopedi önemliydi.
hem de çok önemli.

severdim okumayı.
öyle belli bir konuda araştırma yapmak için değil tek,
gazete, dergi karıştırır gibi okumayı severdim.
tv karşısında, herhangi bir programı seyrederken mesela.
elimde bir cilt ana britannica.
rasgele açılan bir sayfa.
alfabetik sırada maddeler.
tarih, bilim, edebiyat,coğrafya....
ne ararsan var.
okurdum.

sonra,
gugıl çıktı mertlik bozuldu.
internette sörf aldı benim anabirtannica ciltlerinden herhangi birini alıp rasgele sayfa açma merakımın yerini.
biz taşındık.
salondaki eski kitaplık taşındı.
britannicalar taşındı.
sonra ben evlendim taşındım.
aramıza mesafe girdi eski "hobi" malzemelerimle.
nerden aklıma geldi bilmiyorum ama geldi işte.
annemlerin evinde, herhalde kardişin odasında uyuyorlar şimdi.
kimse ilgilenmiyor onlarla.
terk edilmiş gibiler.
üzülüyorum.

evde yeni bir düzenleme yapıp, onları alsam mı acaba?
kucağında laptopla oturup tv seyrederken gugılda ne arayacaksın ki?
oysa onlar öyle mi!
seç bir cilt
aç ortadan rasgele bir sayfa
bir sürü bilgi karşında.

düşününce özledim ansiklopedilerimi.
siz de hatırlayın onları istedim
8)
bu hesapsız yazının sebebi budur.

12 Kasım 2008 Çarşamba

yıllar sonra...

çocukluk arkadaşımı buldum feysbukta.
Sanırım 8-10 senedir iletişimimiz yoktu.
Okul yıllarında 6-7 sene kadar bir süre neredeyse yapışık yaşadığım biriydi. “biz”dik.
Sonra “ben” olma dönemi geldi.
Ben çoğaldıkça biz azaldı.
Yoo, aramız bozuldu, küstük, bilerek uzak kaldık gibi birşey değil söylediğim.
Yetişkin olmaya başladıkça ve yollar farklılaştıkça istemeden uzaklaştık.
Daha çocukken diyebileceğim bir yaştan itibaren doktor olmaktı hayali.
Oldu.
Son görüştüğümüzde bir de sevgilisi vardı, yine doktor olan. (bu hipokrat yemininde mi var?ataletim, sen birinci ağızdan bi cevaplasan? Neden doktorların eşi hep doktor, hadi bilemedin hemşire olur? Başka çevreler için vakitleri olmadığından mı, aynı dili konuşacak birine ihtiyaç duyduklarından mı?)
Sonra araya mesafe girdi.
Fiziksel mesafe değil, daha ciddi mesafe.
Belki birkaç yıl konuşmadık.
Ne saçma.
Onu aradığımı ama bir türlü ulaşamadığımı hatırlıyorum, sonra pes etmiştim.
Bir gün, iş yerinde kaldığım bir öğlen, sabit telefondan çevirdim numarasını.
Açıldı!
Şakındım, hatta hazırlıksız.
Numarasının değiştiği varsayımından hareketle planlamadan aramıştım.
Açıldı!
O benden şaşkın.
Benden heyecanlı.
Tuhaf biçimde suç üstü yapılmış biri psikolojisinde.
Konuştuk.
Hesap sormadım (ne hakla ki zaten)
Ama hesap verdi, itiraf etti diyeyim hatta.
Evlenmiş.
Hani o bildiğim sevgilisiyle.
Neden haberim yok dedim.
Söyleyemedim, utandım dedi.
Ama neden dedim.
Bilmiyorum dedi.
Biraz anladım.
Onu çok iyi tanıdığım için biraz anladım yine de.
3-5 konuştuk.
Ciddi sağlık problemleri vardı kız kardeşinin.
İnsanı kendi dünyasını kurmak ve yaşamaktan uzakta bırakabilecek problemler.
Onunla ilgilenmek, onu yaşamak mecburiyeti benim gözümde geçerli sebepti.
Suçlamadım.
Sadece, sadece biraz korktuğumu anımsıyorum onun adına.
Kardeşinin durumunun onu da benzer sağlıksız hale getirebileceğinden korktum.
Hassas bir mevzuydu zaten.
Fazla ilgilenmeyi, sormayı, öğrenmeye, yardımcı olmaya çalışmayı mümkün kılmayan bir problemdi.
Sonra yine aradım.
Hep ben, her seferinde ben aradım.
Vaktiyle “biz” yakınlığında olduğunuz birine kapris yapmak hem kolay değil, hem manasızdı.
Aradım.
Ama yetmedi.
Benim de hayatım, kimi zaman sevinçlerim, kimi zaman hüzünlerim, işim, çevrem, arkadaşlarım, ailem....
Hepsi ondan uzaktı.
Yine koptuk.
Geçen haftaya kadar.
Çağımızın süper sosyalleşme haberleşme aracı, “işte hayatınız” tadındaki sürprizlerin kaynağı feysbukta buldum onu.
Adı, bildiğim soyadı ve peşinde bilmediğim bir başka soyadı.
Adını hatırladım sevgilisinin. Gördüğüm soyadına ekleyip sordum gugıla.
Doğru.
Demek ki hala evli aynı adamla.
Resmine baktım, aynı.
Bunu maalesef pozitif bir şey olarak söyleyemiyorum.
Aynı görüntü.
Çok çalışkan lise –ortaokul öğrencisi.
Saçlar, gözlükler, giyim tarzı....
Üzüldüm.
Neden üzüldüm gerçekten bilmiyorum ama üzüldüm.
Önce bir mesaj yolladım ona.
Adı ve arkasına soru işareti.
Cevap birkaç gün sonra geldi.
Adım ve peşinde bir soru:
Gerçekten sen misin?
Bir de benim çoktan unuttuğum bir kelime.
Ona taktığım isim.
Anlamsız bir kısaltma.
Okuduğum bir romanda geçen tuhaf bir kelimenin kısaltması.
Bu kelimeyle, isimle diyeyim, imzalamış küçük mesajını.
Arkadaş eklemiş beni, kabul ettim.
Kabul edince görebildim diğer resimlerini.
Biraz yanılmışım.
Biraz değişmiş.
Şaşırtıcı biçimde annesine benzemiş.
Annesini, onu görünce hatırladım.
Aklımda hiç kalmayan görüntüsünü, onun resimlerine bakınca hafızamda cap canlı buldum.
Hiç benzemezdi oysa.
Şaşırdım yine.
Üzüntüm geçmedi ama.
(kendime not. Anneme benziyor muyum? Kimi zaman benzettiğim resimlerim oluyor. Ama dışardan bi göze sormalı. Ay umarım benziyorumdur)
Tekrar yazdım ona: iyi misin diye.
Cevap kısaydı:
Bilmem. Sen?
“Bilmem”
Durdum.
Gerçekten durdum.
Bunca yıl sonra bana kısaca “iyiyim” diyememiş olması düşündürdü beni.

Henüz devamını bilmiyorum.
Sadece bu kadar onun hakkında yıllar sonra öğrendiğim.
Tıp kongresinde birkaç resim.
Tarzı hiç değişmeyen ama yüzü iyice annesine benzeyen iyi olup olmadığından emin olmayan bir “kadın”
Çocukluk arkadaşımı buldum.

7 Kasım 2008 Cuma

yetenek kaybı

yazı yazma yeteneğimi kaybediyorum galiba.
yok yok bahsettiğim şey şu okuduğunuz şeyleri yazıyor olmakla alakalı bişey değil.
buna yetenek demeye utanırım zaten.
yazma yeteneği dediğim şey, gerçekten fiziksel olarak yazma yeteneği.
yazma becerisi demem doğru olur.
kalem tutarak, kağıda yazı yazabilmekten bahsediyorum.
yeni fark ettim, canım sıkıldı.

bir defterim durur iş yerimde, çekmecemde.
bu blog mlog olaylarından önce yazmaya başladığım bişey.
e tabi, bu blogculuk kanıma girmeden önce de aynı böyle yazardım ben.
seneler öncesinden çekilmiş ne "fotoğraflar" vardır öyle bende.
bak şimdi aklıma geldi mesela anneme misafir geleceği bir gün yazdıklarım.
sahi, neredeki o yazı.
10 seneden eskidir.
hani annemin kuzeni ve teyzesinin geleceği gün, o kuzenin görümcesinin de plansız biçimde kafileye katıldığı ve üstelik hiç de samimi olunmayan, neredeyse tanınmayan bu aşırı titiz, temiz, beceri ustası, maharet hastası bu kadının gelişinin evde yarattığı durum komedisini yazdığım yazı.
bir hafif çatlak kahve fincanının beni gülme krizine soktuğu o günü yazdığım yazı.
ay yok onu anlatacak değilim, bu yazının konusu o değil.
ama...
ay elime mi yapışır dur bahsedeyim.
bu kadınceğiz biraz cinsmiş.
eleştiri kumkuması gibi bişey.
e bize de yabancı.
ay neyse uzatma saklambaç!!!
eve ilk gelen bu kadına kırık fincanla kahve içirdik de onu diyorum.
e ama ne yapalım.
fincanlardan biri çatlakmış.
o fincanı şöyle tepsinin en arkasına koyalım da, kendimize kalsın diye hazırladı annem.
misafirlik fincan çıkarma gayretine girmedi, görümce zaten hesapsız gelmiş.
evet kendinden önce namı tanınmış ama...
neyse,
tepside sıra sıra kahveler, ilk buna tutulmuş, al birini dimi.
yok!
kahve içmesinmiş, çarpıntı marpıntı yaparmış teyzeye.
amenna.
içmezsen içecekler var.
ki zaten, geri kalan konukların hiçbirine çatlak fincanın gitmesinin bir mahsuru yok.
herkes aldı kahvesini.
kaldı mı tepside en son çatlak fincan!
"ay kaldı bir tane şimdi bak, hadi neyse ben de içeyim, o benim kısmetimmiş" demesin mi!
yaaa... özenle tepside en ulaşılmaz yere konuşlandırılan çatlak fincanı sonunda en tanımadığımız, eleştirici ve titiz yabancı misafire uzatırken annemin yüz ifadesini yazmasam olmazdı 8))

ay bi sus!
o değildi yazacağım, neden bahsediyordum ben?
ha, defterden.
dediğim o ki, ben zaten oldu bitti yazan, resim biriktirir gibi an biriktiren biriydim.
dolayısıyla bir defterim de iş yerinde çekmecemde dururdu.
az önce alt çekmecelerin birinde elime geldi.
açtım baktım.
son yazının tarihi ne biliyor musunuz?
14 aralık 2007
yaaa..
yani bu sene elime almamışım defteri.
ayıp valla.
utandım o güzel defterden, el emeği harflerden.
üstelik ne yazarsan yaz, razıdır o defterler.
bilmemne mahkemesi kararıyla erişim engellenmiştir diye bi yazı bulmazsın defteri almak için açtığın çekmecede.
buna rağmen ikinci plana atmışım ben o güzel mavi kaplı defteri.
pis ben!!!!

eee..dur o da değildi ama anlatacağım yaa..
ay geçici hafıza kaybı mı yaşıyorum ben.
ne diyordum ben.
dur bi yazının başına gidip bakıyım.

hah!
yazma becerisi kaybı.
işte ben bu defteri bulup, bu sene tarihli hiç bir yazı yazmadığımı görünce hemen aldım elime kalemi, başladım yazmaya.
bir satır, üç satır, yedi satır.....
sayfa ortasında elimde bir ağrı.
ya kalemi mi sıkı tutuyorum nedir diye kalemi gevşettim.
zira böyle elim kasıldı.
e ama olmadı.
ben ki sayfalarca yazıyı hiiiiiç bana mısın demeden yazardım.
ne el ağrısı, ne parmak kasıntısı bilmezdim.
bu ne şimdi?
parmaları klavye üstünde geçiri geçiri verip (bu ifade pek içime sinmedi ama yazmış bulundum)
sayfalarca yazıyı el ağrımadan yazmaya mı alıştım nedir.
yarım sayfada elim kasılınca bi bozuldum.
kaleme kağıda ihanet etmiş gibi hissettim kendimi.
yabancı memlekete gidip de bir iki senede telafuzu bozulmuş, "aaa... nası diyoğ siz" gıcıklığına düşmüş gibi hissettim kendimi.
kalem-kağıt dile gelmiş de
"nankör, bu muydu senin vefan, ne çabuk unuttun aslını" demiş gibi geldi.

çok mu arabesk oldu?
yani....
evet abarttım galiba duygu seline kapılıp da,
tam öyle değilse de bi kötü hissettim işte.
hem kalem kağıda vefasızlık duygusu.
hem de fiziksel olarak yazma becerisinin köreldiği duygusu.
kızdım kendime.
buydu yani sabahtan beri lafı dolandıra dolandıra, sadede varıp da söyleyemediğim şey.
söyledim oldu.
iyi aferim!

5 Kasım 2008 Çarşamba

başlık bulamadım. okuyunca sen de hak vereceksin canım okuyucu, ben bu yazıya ne başlık koyayım ki...

uykum geldi.
var ya gözlerim kapanıyor oturduğum yerde.
ne çay ne kahve açmadı beni.
habire bişeyler yiyip duruyorum zaten.
kuru kayısı.. yok "gün kurusu" bunun adı.
galeta maleta.
kepekli tarçınlı bisküvi falan.
mandalina.
meyvalı yoğurt
sakız, şeker...
yok olmadı.
uykum açılmıyor.
işim de yok ondan istifade kitap satışı sitelerinde ava çıktım.
ne alsam da ne okusam?
en son ve bir çırpıda okuduğum iki kitap, türkiye gerçeğini içimi acıta acıta yazan iki kitap sarstı beni.
şimdi roman istiyorum.
aha! bileğim de ağrımaya başladı yav, zor yazıyorum şu birkaç satırı. noooluyo yaa?
neyse bu üstteki cümlenin konunun bütünüyle alakası yok.
da, allah dert vermesin neren ağrırsa canın orda derler ya.
bak konu geldi şimdi fundama.
geçkalmadımki gözünü çıkartıyormuş a dostlar!
ay sen güneş gözlüğü alıcam diye çık,
sapı bozuk gözlüğün sapını da gözüne sok!
yok bişey geçer diye oyalan, şakır şakır sulanan gözle bitir günü.
neyseki gitmiş doktora sonra.
sarılıymış şimdi 8(
üfff.
yaptığım kahve likörünün tarifini sormak için aradığında dedi ki "insanın iki gözü olması ne kadar mühimmiş meğer"
öyle elbet.
ay üüffff......canım sıkıldı.
ben ne diyordum ki, geldi söz fundama?
ha,
bileğim ağrımıştı.
(iki olay arasında süper bir köprü kurmuşum. kurgu oscarı verdim kendime)
bi de;
mustafa'ya gidecektim, soğudum.
devrim arabalarına gidelim bari dedim sel'e.
"bari" niye?
illa ki bir filme gitmek boynumuzun borcu mu be?
manyak mıyım ben?
obama da başkan oldu.
siyah siyah diyip duruyorlar adama, melez yav o.
anası beyaz peynir gibi.
siyah babasını da zaten çok az görmüş.
boşanmış annesi babası.
bunu da anneanne büyütmüş.
babasını da boşanmadan sonra bi defa görmüş.
yani adamın babadan aldığı iki şey var sadece
biri rengi, biri adı.
o ka!
bi de şey diycem.
batmanlılar batman filmini dava edeceklermiş ya.
ya valla saçmalamıyorum, bu kadar absürt bişey aklıma gelmez zira.
bizim illerden biri var ya batman.
hani şu meşhur betmen filmine bozuluyormuş.
bi tane batman var o da biziz diyesiymiş. 8)
ne biliyim şehrin üstüne betmenin meşhur yarasa kanatlı siluetini falan mı yapacaklar anlamadım ki ben.
üf zaten gözlerim sulanıyor, yazacak bişeyim yok.
aylardan da kasım.
adında meymenet yok ki...
KASIM
bi de çocuğuna isim koyanlar var bunu.
söz meclisten dışarı da, (kendi adı, anasının, babasının, kardeşinin, akrabasının adı kasım olan var mıydı? anasının adı kasım olanlar dışındakiler üstüne alınmasın. anasının adı kasım olan da zaten alınmıştır alınacağı kadar, ben ne desem boş)
kasvetli bir isim yani.
illa ay ismi koyacaksan eylül koy, ekim koy, nisan koy, mart koy. hepsini duydum ben. ama kasım kadar sıkmadı beni.

aaayyyyy.. bana ne yav.
saçma saçma kelime bulaştı her yere.
uzaktan baksan yazı zannedersin, yakına gel yazı mazı yok ortada.
bak dolfin gibi yazacak bişeyim yok desene.
ya da deme.
mecbur musun.
maaş mı alıyorsun blogistandan?

kayısı kurusunun da tanesinde kaç kalori var ki.
avuç avuç yenmez ya bu meret.

not: utanmasam şu yazıya bi de başlık koymaya kalkacaktım.
utandım mı?
yooo.
başlık bulamadım.

3 Kasım 2008 Pazartesi

mevsim tüneli

zaman tüneli hayal ederim zaman zaman.
olur mu bilemiycem.
de,
mevsim tüneli burnumuzun dibinde.
ankara'da "kış geldi" diye öfleyip pöflüyoruz.
meğer biz kış'a geliyormuşuz!
gittim baktım antalya yaz.
denize de girdim, plajda da güneşlendim.
yayılıp yatıp,
koca kitabı bitirdim geldim.
çerçeye doyamadım o ayrı.
ekran karşısı, klavye başı şimdi konumum.
geldim diye sel mutlu.
karşıladı beni.
ayıptır söylemesi çiçek de almış bana, koymuş arabanın ön koltuğuna =)
neyse, hadi ben biraz işlerime bakayım da, dönerim az sonra.
ha,
taze öpücük isterim.
bırakıverin.